27 Ağustos 1984, sabah saatlerinde, Cauce dergisinin Santiago’nun Huérfanos Sokağı’ndaki bürosuna bir adam giriyor. “Pos kara bıyıklı bir adam.” Elinde tuttuğu dergideki bir makalenin yazarıyla görüşmek istediğini söylüyor görevliye. Makalenin yazarı kadına Silahlı Kuvvetler kimliğini gösteriyor. Pos bıyıklı adamın anlattıkları derginin kapağına “BEN İŞKENCE YAPTIM” başlığıyla taşınıyor.
Gazeteci röportajı yaparken ağlıyor, çünkü işkencecinin Şili’nin “kayıp” tarihinden çıkarıp hafızanın yaralı kucağına bıraktığı isimlerin bir kısmını tanıyor, arkadaşı, akrabası, yoldaşı, komşusu var içlerinde. İşkencecinin ilk anlattığı vaka, otobüsün içinde karısının ve çocuklarının gözleri önünde kaçırılan José. José’nin karısı Maria Teresa’dan belki de defalarca dinlediği öyküyü dinliyor gazeteci. “Sonra ne oldu?” sorusunun cevabını yalnızca işkenceci biliyor, bilinmeyen boyuttan gelen o çünkü. Gazetecinin, Maria Teresa’nın ve José’nin çocuklarının hayal güçleriyle tamamlamaya çalıştıkları hikayenin sonu işkencecide. Kim bilir kaç kişi “Sonra ne oldu?” sorusunu hayal gücüyle, açığa çıkmamış cesetlerin verdiği azıcık umutla tamamlamaya çalışmıştı. Şimdi diktatörlüğün “Hikaye Anlatıcısı” çıkmıştı ortaya ve yarım kalan tüm hikayeleri tamamlıyordu. Sevgililerin, oğulların, kızların, annelerin, babaların, yoldaşların son hallerini o biliyordu, son bakışlar, son fotoğraflar onda, onun belleğindeydi.
‘Bilinmeyen Boyut’un anlatıcısı 1984’te henüz bir çocuk. Ama İşkencecinin bilinmeyen boyuta çekilmiş hayatları bir bir ortaya döküşünü unutamıyor. Yıllar sonra yazdığı bir TV dizisindeki işkenceci karakteri için ilhamı da Cauce dergisinin kapağındaki pos bıyıklı adam olacak.(1)
İşkenceciyle yapılmış bir video kaydını izliyor Anlatıcı. TV dizisinde yeterince derinlikli bir kötülük çizebilmek için. Üstlerine itaat eden, emirleri hiç sorgulamadan insanları öldüren ve evine gidip çocuklarının başını okşadığında ruhu daralan bir adam. Tıpkı pos bıyıklı işkenceci gibi. “Hatırlıyorum” diyor işkenceci, kayıpların yakınları, arkadaşları, dostları dışında herkesin her şeyi unuttuğu ülkede. Kötülük hatırlama ayrıcalığı sunuyor ona. Kayıp yakınlarının ilk yürüyüşlerini hatırlıyor. Ellerinde bir sabah evden çıkıp bir daha geri dönmeyen, yolda yürürken bir anda bilinmeyen boyuta çekilen insanların fotoğraflarıyla yürüyorlar. O fotoğraflardaki insanların bir zamanlar yaşadıklarını Şili halkına, devlete hatırlatmak için. İşkenceci de giriyor aralarına; “Taşıdıkları fotoğraflara bakar, ‘Onların haberi yok, ama ben bu kişinin nerede olduğunu, başına ne geldiğini biliyorum’ diye düşünüyor. Kötü adam “devlet dersi”nde neler işlendiğini bilmektedir.
Şili’nin pos bıyıklı işkencecisinin Hannah Arendt’in “Kötülüğün sıradanlığı” için ilham aldığı Adolf Eichmann’la bir benzerliği var mıydı?(2) O da Kudüs’te Yahudi soykırımındaki suçu nedeniyle yargılanan Eichmann gibi “ne yaptığını hiç fark etmemiş” miydi? Arendt’in Eichmann için söylediği gibi, “Fikirsizlikten” mi yapmıştı kötülüğü? İnsanları sıçan dolu odalara atması, korkunç işkenceler yapması fikirsizlikten miydi? Komünistlerden nefret etmiyor, onların hain olduklarını düşünmüyor, sadece kendisine verilen emirleri mi yerine getiriyordu? Kim bilir?
İşkenceci, ‘Bilinmeyen Boyut’un Anlatıcısı için bir saplantıya dönüşmüştür. Çünkü onun tanıklığı yalnızca toplumsal tarihin değil, Anlatıcı’nın bireysel tarihinin de kayıp halkalarını ortaya çıkarmaktadır. Bir işkencecinin aracılığıyla bir ülkenin tarihini yazmaya soyunur Anlatıcı. Onun hafızası işkencecinin hafızasıyla çakışır sürekli, işkenceci hatırladıkça o da hatırlamaktadır. Babası komünistlerin öldürüldüğü operasyonlarda görevli olan sınıf arkadaşını, komşusunu, aile dostunu, gazeteden, TV’den görüp unutamadığı bir yüzü, hikayeyi… Adımlarının, yaşantılarının sürekli işkencecininkiyle nasıl da kesiştiğini dehşetle görür. Çünkü “Mermiler dönemi[dir], ölümler dönemi[dir] aynı zamanda.”
“Yürüyüş ve gösteriler dönemiydi. Elden ele dolaşan Cauce dergileri dönemiydi. Şaşırtıcı manşetler dönemiydi. Suikastler, kaçırmalar, operasyonlar, cinayetler, dalavereler, davalar, ihbarlar dönemiydi. Hayaletler dönemiydi de aynı zamanda. BEN İŞKENCE YAPTIM manşetiyle uçuk mavi bir ekte tanıklığını sunan bıyıklı iblisler dönemiydi. İşkence konulu televizyon programları dönemiydi. Gecelerce rüyalara giren karanlık odalar ve sıçanlar. Duvarlara sprey boyayla yazılar yazıp teksir makinesiyle çoğalttığımız bildirileri sokaklarda dağıtma dönemiydi. Karanlık odalar ve sıçanlarla birlikte hapsedilmiş kadınlar dönemiydi.”
Bu yüzdendir ki nedamet getirmiş bir işkencecinin anlattığı hikâyeler sessiz sedasız duvara iliştirilmiş fotoğrafların üzerine düşer, kendi halinde evlerin içinde yaşanan hayatlarla kesişir.
ACININ MÜZELEŞTİRİLMESİ
“Şili Hafıza ve İnsan Hakları Müzesi Ocak 2010’da açıldı. Açılışa siyaset analistlerinin Geçiş adını verdiği, resmi söylemin imkanlar dahilinde uzlaşma ve adalet olduğu dönemi yöneten Demokratik İttifak koalisyonunun dört başkanı katıldı. Bu yıllarda çatışmayı önleyecek bir uzlaşma siyaseti oluşturabilmek için yakın tarihteki şiddete ait hatırlama dozu düşürüldü.”
Müze kalabalık bir topluluğun katılımıyla açılmıştır. Aslına bakılırsa Şili halkının “yakın geçmişe ait hafızasının meşrulaştırılmış yorumu”ndan başka bir şey değildir. Açılış konuşmasında bir zamanlar “ülkeyi bölmüş olan nefretten ve birlikte barış içinde yaşamanın öneminden” bahsedilir. İnsan Hakları Müzesi bütün ülke adına temizlenmiş bir geçmiş vaat etmektedir. Devlet toplumun hafızasına el koymuştur. Pos bıyıklı işkenceciyi sergilemeye uygun bulmayacaktır müze küratörü. Çünkü işkencecinin anlattıkları evcilleştirilmiş, meşrulaştırılmış, görücüye çıkartılmış geçmişi müzede sergilenmesi “uygun” olmayan kanlı bir elbiseye büründürmüştür.
Müzenin bir bölümü diktatörlüğün kurbanlarının fotoğraflarına ayrıl. Bini aşkın fotoğraf var bu bölümde. Mağdurları evlerinde, kutlamalarda, sevdikleriyle gösteren fotoğraflar bunlar. Belli ki küratör hiçbir zaman yolun ortasına serilmiş, parmak boğumları kesilmiş ya da boynu uçurulmuş bir cesedin fotoğrafını sergilemeyecek müzede. Uzlaşma ruhuna aykırı olan hiçbir şey müzenin kapısından giremeyecek.
“Hepimizin en güzel anlarımızı kaydetmek istediğimizde yaptığımız gibi objektife gülümsüyorlar. Sinema oyuncusuna benzeyen güzel mi güzel kadınlar var. Fotoğrafı bir sevgiliye, bir âşığa hediye etmeyi düşünerek çektirmeden önce süslenip püslenmişler belli ki. Üç parça takım elbiseli, papyonlu bir delikanlı var, önemli bir davete gitmek üzere hazırlanmış, belki de davetin ortasında. Çok mutlu, coşkulu görünüyor. Plajda, oğlunu elinden tutmuş bir adam var. Bir başka adam tam görülemeyen bir grup insanla kucaklaşmış; belki bir gezi, belki kırda bir mangal partisi. Koskoca bir kahkaha atarken, ağzını kocaman açmış gülen bir kadın var.”
Belli ki “uzlaşma küratörleri” geçmişte de müzeyi gezenler gibi mutlu insanların yaşadığını, fotoğraflardaki mutlu anları bozan bir talihsizliğin bütün ülkeyi kaosa sürüklediğini ama şimdi her şeyin geçip gittiğini anlatmak istiyorlar. Müzenin varlığı da buna delalet etmez mi zaten? Geçmiş senin bir parçan olmaktan çoktan çıkmıştır, ancak dört duvar arasında görüp hatırlayacağın (?) seyirlik bir nesneye dönüşmüştür. Devlet katlettiği kitleleri kendi suçuna ortak olmaya çağırır müzede. O da utanmaktadır, bilinsin ister. Öyleyse fail kimdir?
Anlatıcı sorar: “Bir hafıza müzesinin küratörlüğü nasıl yapılır? Müzede yer alması gerekenleri kim seçer? Nelerin dışarıda bırakılacağına kim karar verir?”
Sahi kimdir hafızanın küratörü? Devlet mi?
‘BENİM KİM OLDUĞUMU HATIRLA’
Açılış töreninde iki kadın yakınlarının adlarını haykırarak uzlaşma çağının o uzlaşmacı, saygıdeğer sessizliğini bozarlar.
“Kadınların haykırışları hafızayı silkeleyip şimdiyle ilişkilendirir, mezardan çıkarıp can üfleyerek farklı farklı insanların, dünün ve bugünün parçalarından oluşan bu bölük pörçük yaratığı diriltir. Canavar uykudan uyanır ve herkesi gafil avlayarak zıvanadan çıkmışçasına ulumaya, rahatlarının yerinde olduğunu zannedenleri sarsmaya, sorunlaştırmaya, çatıştırmaya, rahatsız etmeye koyulur.”
İki kadın, dokunmatik ekranlardan fotoğraflardaki yüzlerin akıbetlerini müzenin kapısından çıkıldığı anda sönüp gidecek bir merakla öğrenmeye çalışan müze ziyaretçilerine, uzlaşma siyasetinin tekelinden kurtardıkları hafızanın kapılarını açar. Tıpkı Nona Fernandez’in yaptığı gibi. Fernandez de ulusallaştırılmış bir hafızanın değil, nedamet getirmiş bir Frankenstein’ın, sıçanların cirit attığı kabuslarının peşine düşmüştür. “Benim kim olduğumu hatırla”, “Nerede bulunduğumu hatırla, bana yapılanları hatırla”, “Nerede öldürüldüğümü, nereye gömüldüğümü hatırla” diyen fotoğrafları uzlaşmasız bir hatırlayışla cevaplar.
Hafıza küratörleri, Londra’da tutuklanan Pinochet’nin serbest bırakılmasını isteyen kişiler midir acaba? Kim bilir…
“20. Yüzyılın ikinci yarısında tarih yargısı, ayrıcalıktan yoksun olanlar ve yoksullar dışında herkes tarafından terk edildi. Geçmişten dehşete düşen, geleceği göremeyen, sanayileşmiş, ‘gelişmiş’ dünya, adalet ilkesinin tüm inandırıcılığını yok eden bir oportünizm içinde yaşıyor. Bu tür oportünizm her şeyi —doğayı, tarihi, acıları, başka insanları, yıkımları, sporu, cinselliği, siyaseti— bir gösterime dönüştürür. Bu dönüşümü gerçekleştirmek için —bu edim alışkanlık haline gelip koşullanmış imgelem tarafından tek başına yapılabilir oluncaya dek — kullanılan araç da fotoğraf makinesidir.”
John Berger böyle diyor “Fotoğrafın Kullanımları” yazısında.(3) Şili’deki müze ve acının ve utancın müzeleştirildiği bütün hafıza mekanları, tarih yargısını terk etme lüksüne sahip olanların hayal gücünden çıkmamış mıdır? Fotoğraflardaki dehşet anlarına baktıktan sonraki adım, “politik özgürlükten yoksun oluşumuzla yüzleşmek olmalıdır” Berger’e göre. Dehşetin bize hatırlatacağı şey, o dehşeti yaratanlara karşı direnmek olmalıyken, müze duvarlarındaki güzel insan yüzlerine bakıp kendimizi o sahte konsensüsün içinde tanımlamayı seçeriz. Fotoğrafın, “beni hatırla” çağrısı işkencecinin itiraflarında ve tarih yargısına ebediyen ihtiyaç duyacak kitlelerde, bunak bir tarihe karşı direnen meydanlarda, hiç unutmayan cumartesilerde karşılık bulur. Dün ve bugün, Şili’de ya da başka coğrafyalarda.
Fernandez hatırlamaya ve hiç unutmamaya çağırıyor bizi.
Dipnotlar
- Nona Fernandez, Bilinmeyen Boyut, çev. Roza Hakmen, İstanbul: İthaki Yayınları, 2023.
- Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te, çev. Özge Çelik, İstanbul: Metis Yayınları, 2012.
- John Berger, “Fotoğrafın Kullanımları”, O Ana Adanmış, Çev. Yurdanur Salman-Müge Gürsoy Sökmen, İstanbul: Metis Yayınları, 2007.
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)